BMM ve Şeflik Devri
Bediüzzaman, 25 Kasım 1922’de Ankara’ya ayak bastığında Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenen
resmi hoş geldin merasimiyle karşılandı.45 Artık Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor,
bir yandan da Mebuslarla önemli konuları tartışıyordu. Bu arada Mebusların çoğunun namaz kılmadıklarını gören
Said Nursi, bir beyanname46 yayınlayarak namazın önemini anlattı ve onları dinin emirlerine riayet etmeye
davet etti. Bediüzzaman’ın bu gayreti Mebuslardan büyük kısmının yeniden namaza başlaması ile sonuçlanınca, bazı
çevreler oldukça rahatsız olmuştu. Bu beyannameyi Meclis Başkanı Mustafa Kemal de okumuş ve Said Nursi’ye yirmi-otuz
Mebusun da bulunduğu bir ortamda şöyle demişti: “Biz sizi buraya çağırdık ki sizin yüksek fikirlerinizden istifade
edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz”. Bediüzzaman da hiddetlenerek:
“Paşa! Paşa! Kainatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü
merduttur.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal özür dilemiş ve tartışmayı daha fazla uzatmamıştı.47
Bu olay, Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işaretleri
idi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden Bediüzzaman, bir yandan da tabiatçılığı ve inkarcılığı ortadan
kaldırmayı hedef alan “Habab” ve “Zeylü’z-zeyl” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın erkanına ilişmesinden
korktuğu felsefe kaynaklı fikirleri izale etmeye çalışıyordu. Türkiye’deki kamuoyu ise, Yunanlılar karşısında alınan
galibiyetin verdiği zafer sarhoşluğu içinde, tehlikenin farkına varacak durumda değildi ve bu yüzden onu anlayamadı.
Her şeye rağmen Bediüzzaman, Medreset-üz Zehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van’da
temelini attığı fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin yeniden kurulması için Mebuslara bir
kanun teklifi hazırlattırdı. Bu teklif mecliste bulunan iki yüz milletvekilinden 163’ünün imzasıyla kanunlaştı.48
Ankara’daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve
siyasi faaliyetlerle onları yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman, Van’a dönmeye karar
verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara’da
kalmaya karar verdiği takdirde kendisine, Libya’ya dönen Şeyh Sünusi yerine, üç yüz lira maaş ile Büyük Millet
Meclisi Hükümeti’nin en yüksek dini makamı olan Şark Vilayetleri Umumi Vaizliğine getirilecek ve Mebusluk
verilecekti. Ancak Said Nursi, bütün bunları reddetti.49 Ankara’daki siyasi havadan oldukça rahatsız olmuştu.
Onun dünyasında ki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, hülasa; dünyaya zerre kadar ehemmiyet
vermemekteydi. Ankara’yı kendi hileli ve entrikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılının Mayıs ayı başlarında
Van’a gitti. Bütün değer yargıları dünyevi olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevi temeller üzerine kurmaya çalışanlar,
Said Nursi’nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanında manevi evladı gibi olan kardeşinin oğlu Abdurrahman bile
kendisine teklif edilen Meclis zabıt katipliğini kabul etmiş ve Ankara’da kalmayı tercih etmişti.50
Van’a giden Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecit’in evinde ve Nurşin Camii’nde kısa bir süre kaldıktan
sonra Erek Dağı’nda, terkedilmiş bir kilisede talebeleriyle ders yapmaya başladı. Bediüzzaman, Erek dağının başında
iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanmasıyla meşgul olurken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı.
Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde, Ankara’ya karşı tepkiler baş göstermişti. Böyle gergin bir
ortamda Hükümete karşı ayaklanmayı planlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini
istedi.51 Ancak Said Nursi ona, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak
isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek vermek isteyen Doğunun namlı ve güçlü
Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda iken ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu.
Bediüzzaman da ona, “Kan dökme! Kan dökme!” diye cevap vermiş, Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.
Bediüzzaman’ın isyan sırasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen Doğudaki nüfuzlu
kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek Dağı’ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi.
Van’dan diğer sürgünlerle beraber karayoluyla önce Trabzon’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a götürüldü.
Yaklaşık yirmi gün kadar süren İstanbul’daki sorgulamalar boyunca Bediüzzaman Sirkeci’deki Arpacılar Mescidi ve
Hidayet Camii’nde kaldı. Sonunda, Ankara’dan gelen resmi bir yazı onun Burdur’da zorunlu ikamete tabi tutulmasını
emrediyordu. İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya’ya ve nihayet 1925 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur’a
getirildi.
Bediüzzaman Burdur’a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu Camii’nde yine muhtaçlara iman
hakikatlerini anlatmaya ve dersler yapmaya başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “Birinci Ders, İkinci Ders, Üçüncü
Ders” gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap haline getirdi. Bu kitabı daha sonra “Nurun İlk Kapısı” diye
adlandırarak yayınladı. Bir yandan da telifata devam ederek daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule”
risalelerinin ek parçalarını kaleme aldı.
Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olan hükümet, onun Isparta’ya gönderilmesini
emretti. 25 Ocak 1926’da Isparta’ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti. Ve etrafındaki insanlar çoğalmaya
başladı. Evhamlı Hükümet, bu defa da Bediüzzaman’ı, Isparta’nın daha ücra bir köyüne naklederek insanlarla
irtibatını kesmek istedi. Eğirdir Gölü’ne yakın bir dere içine kurulmuş olan Barla’ya ulaşım göl üzerinden
kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta’nın çok eski köylerinden biri idi ve artık nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar
oluşturuyordu. Çünkü gençler ekonomik nedenlerle büyük şehirlere göç etmişlerdi. Okuma-yazma seviyesi de hayli düşük
olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer olarak seçilmişti. Artık Said Nursi için sürgünler süreklilik
kazanmıştı. Ancak, o, bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.
Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü’nü kayıkla geçerek Barla’ya geldi. Bütün bu seyahatleri
boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur’an-ı Kerim
vardı. Dünyadaki malvarlığı sadece bunlardan ibaretti.52
İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed’in evinde kalan Said Nursi, daha sonra tamir edilerek köylüler
tarafından kendisine tahsis edilen ve önünde büyük bir çınar ağacı olan köy odasına taşındı. Anadolu’nun bu
en kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden biri olan Barla, bir iman inkılabına beşiklik ediyordu. Eğirdir Gölü kenarında,
dağlarda, tepelerde bahar mevsimiyle yeniden canlanan kainatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini53 defalarca
okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan “Haşir Risalesi”ni burada yazdı. Bu eser asırlardır
yerinde sayan ve son iki asırda da Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslami tefekkürün yeniden dirilişinin
müjdecisiydi. Bu eseri yine Kur’an-ı Kerim’i esas alan ve insanların imanını kurtarmalarına vesile olan diğer Nur
Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen ve Lem’alar mecmuası 26. Lem’aya kadar Barla’da yazıldı. Önünde
ulu bir çınar ağacı olan ev, Nur’un ilk medresesi olmuştu.
Barla’da bir iman inkılabının temelleri atılırken, Ankara’da başka bir inkılap gerçekleşiyor,
yeni rejim dinden uzak, dünyevi bir temel üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924’de hilafetin kaldırılmasıyla
birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim tamamen dinden arındırılmış ve dini eğitimin yapıldığı
medreseler kapatılmıştı. Bir biri ardına çıkarılan kanunlarla gerçekleşen inkılaplar çağdaş,“Batılı insan
tipi”ni elde etmek uğruna Anadolu’da kök salmış olan İslami dokuyu tamamen değiştirmeyi hedefliyordu. 30 Kasım
1925 yılında çıkan bir kanunla tekke ve zaviyeler kapatıldı. Hemen ardından çıkarılan başka bir kanunla halk Batılılar
gibi giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet inkılabı yapılıyordu. Halk, bu inkılaplara kendi imkanları ölçüsünde
tepki gösteriyor, yer yer de ayaklanma teşebbüslerinde bulunuyordu.
1928 yılında gerçekleştirilen Harf İnkılabı ile, İslam harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı.
Barla’da telif edilen risalelerin, bu yüzden matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur’an
hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasabaların sakinleri de Risaleleri elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük
bir sabır ve azimle tam altı yüz bin nüsha olarak elle yazılan Risale-i Nurlar bütün Anadolu’ya yayılıyordu.
Halktan insanlar Said Nursi’nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına ulaştırmaya çalışıyor, anladığını
yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.
Said Nursi’nin Nur Risalelerini, önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, onu sürgünle
durduramadıklarını anlayınca bu defa “imha” yollarını denemeye karar vermişlerdi. Hükümet daha yakından kontrol
edebilmek amacıyla Bediüzzaman’ın 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirilmesini istedi. Bediüzzaman,
burada da iman hizmetinden geri durmadı. Sürgünle istediklerini elde edemeyen muhalifleri, onu mahkum etmek için bahane
aramaya başladılar. Aranan bahane bulundu ve Said Nursi’ye hayranlık duyan yarı meczup bir zatın jandarma çavuşuyla
yaptığı tartışmayı bahane eden Ankara Hükümeti harekete geçti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara’dan
Emniyet Genel Müdürünü, Jandarma Genel Komutanını ve 120 askerle 20 polisi beraberine alarak trenle Isparta’ya geldi.54
Ankara’nın meydana getirdiği büyük telaşın sonucu Isparta polisi, 20 Nisan 1935’de Said Nursi’nin oturduğu evde
arama yaptı ve onun bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman’ı da emniyete götürerek sorgulayan polis suç unsuru
herhangi bir şeye rastlamayınca serbest bırakmak zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte
Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman’ın masumiyetine inanan insanların infiale
kapılmamaları için İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “sıradan bir zabıta vakasıdır”55 diye
beyanat vermesine rağmen Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlara bindirilerek Eskişehir hapishanesine gönderildiler.
Eskişehir hapishanesinde tam tecrit edilen Said Nursi’yi bir iki istisna hariç kimseyle görüştürmediler.
Sıkıntılı ve zor şartlara rağmen Risale-i Nurların telifi yine devam etmişti. Bediüzzaman, Yirmiyedinci,
Yirmisekizinci, Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Lem’alar’ı burada yazdı. Talebeleriyle olan mektuplaşmaları da sürmekteydi.
Bu arada sorgu hakimleri araştırmalarına başladılar ve iki ay süren tahkikat sonunda gözaltına alınanların çoğunu
serbest bırakmak zorunda kaldılar. Bediüzzaman, vatana ihanet iddiasıyla yargılandığı dava müddetince tutuklu kaldı.
Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla, Said Nursi’ye 11 ay hapisle birlikte
Kastamonu’da mecburi ikamet, on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verildi. Bediüzzaman ve ceza alan talebeleri
tutuklu olarak kaldıkları cezaevinde zaten bu süreyi doldurdukları için diğer talebeleri ise beraat ettirildiği için
tahliye edilmişlerdi.56
Eskişehir Cezaevi’nden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursi serbest bırakılmayarak, polis gözetimi
altında mecburi ikamet için Kastamonu’ya gönderildi. Sürgünün ilk bir ayında polis karakolunun üst katında oturmak
zorunda kaldı. Daha sonra yine karakolun tam karşısında ve birkaç metre uzaklıkta bulunan bir eve yerleştirildi.
Evinin karakola bakan pencerelerini perdeyle kapatmasına dahi müsaade edilmedi. Tamamen hukuk ve kanun dışı böylesine ağır
baskılar altında kalan Said Nursi, burada da Risale-i Nurun telifine ara vermedi. Fırsat buldukça kırlara çıkıyor,
tabiatla baş başa kalarak tefekkür ve dua ile kendisine ihsan edilen feyizli manaları kitaplaştırıyordu. Birinci Şua
olan İşarat-ı Kur’aniye Risalesi, İkinci Şua, Üçüncü Şua olan Münacaat Risalesi, Dördüncü Şua olan Hasbiye
Risalesi ve Altıncı Şua ile Ayet-ül Kübra Risalesi (7. Şua) burada yazıldı.
Kastamonu’da da Bediüzzaman’ın etrafını yeni talebeleri almaya başlamıştı. Ancak, kendisini
ziyarete gelenler karakola çekilip sorgulanıyor, görüşmeleri engelleniyordu. Bütün bunlara rağmen Risale-i Nurları
okuyarak imanlarını kurtaran insanlar Risaleleri okumaya devam ediyor, yazıyor ve iman hakikatlerini muhtaç olanlara
anlatıyorlardı. Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin bütün hedefi ve programı insanların imanlarını kurtarmaktı. Bütün
kuvvetleriyle dünyaya çalışan muhalifleri ise buna bir anlam veremiyor; “mutlaka gizli bir teşkilat kurmak için uğraşıyor”
diye evhamlanıyorlardı. Onu rejim için tehlikeli bulanlar yeni bir plan hazırlığı içindeydiler. Denizli-Çivril’de,
Atıf Egemen ve birkaç arkadaşında bulunan Beşinci Şua Risalesi bahane edilerek yine tevkifler yapıldı. Ankara’nın
emriyle Denizli Valisi bütün vilayetlere bilgi verdi, özellikle Kastamonu ve Isparta Valiliklerine şifreli telgraflar gönderdi.
Isparta’da çok ciddi bir şekilde aramalar ve soruşturmalar yapıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan
Rüştü Saraçoğlu ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Denizli, Isparta ve Kastamonu’daki gelişmeleri yakından
takip ediyorlar, gerektikçe müdahalelerde bulunuyorlardı.57
Bediüzzaman, 20 Eylül 1943’de Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklandı. Ağır
hasta olmasına rağmen 3 Ekim 1943 tarihinde Isparta’ya gönderildi. Askeri konvoy eşliğinde karayoluyla Çankırı üzerinden
Ankara’ya getirildi. Ankara’da daha önceden tutulan ve otel görevlisi kılığına girmiş polislerle doldurulan
Kastamonu Oteli’ne yerleştirildi. Bu arada Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, Said Nursi’yi Valiliğe çağırtarak sarığını
çıkarıp şapkayı giymesini istedi. Hatta elindeki şapkayı zorla giydirmek için teşebbüste bulundu. Ancak Bediüzzaman,
boynunu işaret edip; “Bu sarık bu başla beraber çıkar” diyerek sarığını çıkarmayı reddetti. Bu tartışmanın
yaşandığı akşam Bediüzzaman, trenle Ankara’dan Isparta’ya geldi. Sorgulamalar başladığında Risale-i Nur ile
ilgili davaların Denizli’deki davayla birleştirilmesi kararı alındı. Bediüzzaman ile birlikte Isparta, Kastamonu ve
Denizli’deki Nur talebelerinin de 25 Ekim 1943’te Denizliye sevk edilmeleri istendi.
Denizli hapsi yine tecrit altında başladı. Çok zor şartlar altında geçen yeni hapishane dönemi ve
yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur’un telifine devam etti. Asa-yı Musa mecmuasının bir parçası ve
Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi, Onikinci ve Onüçüncü Şualar Denizli hapishanesinin meyvesi oldu. Bu arada
cezaevindeki Nur Talebeleri sayesinde Risale-i Nurla tanışan mahkumlar bambaşka birer insan olmakta, böylece hapishaneler
birer ilim-irfan mektebine dönmekte ve ıslah vazifesini yerine getirmeye başlamaktaydı.
Aylar sonra, 15 Haziran 1944 günü Mahkeme kararını verdi: Berat ve tahliye.58 Tahliye edilen
Nur Talebelerine Denizli halkı sahip çıktı ve evlerinde misafir ettiler. Bediüzzaman ise Şehir Palas Oteline yerleşti
ve yaklaşık bir buçuk ay kadar Denizli’de kaldı. Ankara’daki CHP hükümeti Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin
beraat kararına rağmen, Said Nursi’nin Afyon’un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretti ve daha
önce Kastamonu’ya aldığı nüfus kaydını bu defa Emirdağ’a nakletti.
Emirdağ’a gelen Bediüzzaman, hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirildi. Camiye
gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve tarassuda tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Bediüzzaman’a
Denizli hapishanesini bile aratıyordu. Ziyaretçilerle görüşmesi yasaklanan Bediüzzaman, Emirdağ’da üç kere de
zehirlenme tehlikesi atlatmıştı. Hukuki ve kanuni yollardan Bediüzzaman’ı alt edemeyen muhalifleri onu zehirleyerek
imha etmek istemiş, hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ’da gerçekleşmişti.
Defalarca zehirlendiği halde Allah’ın inayetiyle mutlak ölümden her defasında kurtulan Bediüzzaman, bu ömürlerin
verdiği ızdırabı ömrü boyunca yaşayacaktı.
Bu zulümler ve olumsuzluklar yaşanırken Risale-i Nurların telifi devam ediyor ve sıkıntıları
hafifletecek sevindirici gelişmeler oluyordu. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 30 Aralık 1944 tarihinde verdiği kararla,
savcı tarafından temyiz edilen Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararını onayladı. Diğer bir gelişme ise artık
Risale-i Nurların teksir makinesi ile çoğaltılması imkanının doğması idi. 1946 yılında Karaköy’de bir ithalatçı
firma tarafından Türkiye’ye getirilen ilk teksir makinelerinden üç tanesini Nur Talebeleri almış, Isparta ve İnebolu’da
Risaleler teksir edilmeye başlamıştı. Ayrıca, 1947 yılında Haccın sınırlı da olsa serbest bırakılması sonucu,
Hacca gidenler yanlarında götürdükleri Risalelerle, Nurların İslam alemine yayılmasına vesile olmuşlardı. Öte
yandan İnebolu’da yeni yazı ile teksir edilen “Asa-yı Musa” ve baskısı yapılan “Gençlik Rehberi” gibi
Risaleler, Hıristiyan misyonerlere verilmiş ve Risale-i Nurlar Amerika’ya kadar gönderilmişti. Böylece ilk defa
Risale-i Nur’lar dünyaya açılıyordu.
Her geçen gün Risale-i Nurların yaygınlaşarak muhtaçlara ulaşması Hükümeti yine rahatsız etmeye başlamıştı.
17 Ocak 1948 günü Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon il merkezine götürüldüler.
Bir hafta kadar Emniyet Oteli’nde bekletilerek sorgulamaları yapıldı ve tevkif edilerek cezaevine konuldular. Bu defa değişik
illerden 48 Nur Talebesi Afyon’a toplatılmıştı. Soruşturmayı tamamlayan savcılar ve sorgu hakimliği dosyayı Ağır
Ceza Mahkemesi’ne havale etti.
Nur Talebeleri, daha önce Denizli mahkemesinde; gizli cemiyet kurma, rejim aleyhinde olma, inkılapları
kabul etmeme, Mustafa Kemal’i tahkir vb. iddialarla yargılanıp beraat kararı almalarına rağmen Afyon Ağır Ceza
Mahkemesi’nde de bu iddialarla yargılandılar. Bir yandan mahkeme devam ederken bir yandan da Afyon cezaevinde mevkuf
bulunan Bediüzzaman ve talebelerine yapılan baskılar artıyordu. Artık hasta ve yetmiş yaşında olan Said Nursi, 60 kişilik
büyük bir koğuşta tek başına bırakılmış, soğuk kış gecelerinde odanın kırık penceresi buz tutmasına rağmen
başka bir yere nakledilmemiş ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi birkaç defa da burada zehirlenmişti. Cezaevi tabibi, güya
salgın hastalıktan korumak için aşılama bahanesiyle damarına en kuvvetli zehirlerden şırınga ediyordu. Zehirin
etkisiyle ateşler içinde sancıyla kıvranan Bediüzzaman, yalnız ve soğuk koğuşunda kimseyle görüştürülmüyor,
hapishanedeki talebelerinin onu ziyaret etmesine bile müsaade edilmiyordu. Ancak, Nur Talebeleri burada da hapishaneyi
Medreseye dönüştürmeyi başarmışlardı. Mahkumlara Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur dersleri vererek onlardan bir çoğunun
ıslahını sağlamışlardı. Bütün ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman yazmaya devam ediyor, Ondördüncü ve
Onbeşinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nurların telifini tamamlıyordu.
Ve nihayet mahkeme, 6 Aralık 1948 tarihinde Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezasına hükmetti.
Karar temyiz edildi ve Yargıtay, kararı Bediüzzaman’ın lehine bozdu. Yargıtay’ın bozma kararına rağmen Afyon Ağır
Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak, 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağladı. Hak etmediği cezanın süresini
tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, 20 Eylül 1949’da serbest bırakıldı. Ancak Ankara’dan gelen emirle Afyon’da
polis gözetiminde, mecburi iskana tabi tutulması gerekiyordu. Bu gözetim tam 72 gün sürdü. Nihayet 28 Aralık 1949
tarihinde Emirdağ’a dönebildi.
Mecburi ikamet yeri olan Emirdağ’a gelen Said Nursi’ye, Emirdağ Kaymakamı hiç beklemediği bir tebliğde
bulundu. Hükümet, Bakanlar Kurulu kararı ile Bediüzzaman’a günlük olarak iki buçuk lira tayinat bedeli ödenmesi,
kendi istediği tarzda müstakil bir ev yapılması ve ayrıca diğer harcamaları için de hatırı sayılır miktarda bir
paranın tahsis edilmesi için Emirdağ Kaymakamlığı’na talimat vermişti. Daha önceleri olduğu gibi bu defa ki
tahsisatı da reddeden Bediüzzaman, yine rahat bırakılmayacaktı. Bu hususu talebeleriyle istişare eden Bediüzzaman, bir
mektubunda kendisine yapılan baskıların en önemli üç nedeninden biri olarak, bu tahsisatları reddetmesini
zikretmekteydi.59
|  |